26 Ekim 2011 Çarşamba

Bir dakika...

Mide bulantısıyla karşık bir iç huzursuzluğu var üzerimde... Gece uyurken yüzlerce böcek yutmuşum gibi. Göğüs kafesimden itibaren başlamışlar kemirmeye, sonra mideme çıkartma yapmaya gitmişler sanki.
Karın boşluğumda bitmek bilmeyen tuhaf bi karıncalanma hissi...
Ve hava o kadar gri ki, içime sığamıyorum.

Ben burda içime sığamıyorum insanlar benden kilometrelerce uzakta çadırlara, molozların altına ve hatta artık  vücutlarına sığamıyor.
Düşününce o kadar saçma geliyor ki. Bir dakika önce tek derdin akşama ne yemek yapacağınken, bir dakika sonra yaptığın yemeği yiyecek kimsen kalmıyor. Ya da zaten sen artık yemek yapamıyorsun.
Elinde bir patates soyacağı ve üstünde beton yığınları... Akşama deprem çorbası var, yanında da enkaz soslu cesetler.
Yıllarca didinip kurduğun yuvandan, gözünden sakınıp büyüttüğün çocuğundan eser yok artık. Sevgili ülkenin daha hiçbir anlmada şekillenmeyi becerememiş genç toprakları tek bir salınımıyla hayatını" yıkıp" geçiyor işte.
O kadar.
Komik bir hayalet hikayesinden bile korkarak gece annesinin koynunda yatan bir çocuğun, omzunda bir ölünün eliyle yaşamaya çalışmasından fazlası değil artık hayat.

O noktadan sonra bir dakika önce ne olduğunun bi anlamı yok. Bir dakika sonrasında hiç tanımadığın insanlarla aynı soğuk çadırın içinde aynı kuru ekmeğe talim edeceğin gerçeği var sadece. Çürük zeminlere oturttuğun hayatını senden komple çalabilecek, anlamlandırdığın her şeyi bir anda elinden alabilecek bir deprem gerçeği var. Bi de çok yardımsever olmasına karşın gerçek anlamda bir türlü organize olamayan, veya en kötü durumlardan bile kendine rant sağlamaya çalışan çıkarcı , yağmacı bir milletin.

Senin ülkende gerçek ihtiyaç sahiplerinin gönderilen yardımlardan faydalanması nadir görülen durumlardan. Şans meselesi hatta belki de...
Bir şeyleri düzgün yapabilmek hamurumuzda yok bizim.
Telaştan hava alanında bavullarını kaybedip ortalıkta koşuşturup aranan, şişman bi kadından hallice, yaygara kopararak iş yaptığımızı sandığımız anlar o kadar çok ki artık... koşuşturdukça başka valizleri de düşürüyoruz ve farkına varmıyoruz. Oysa birazcık sakinleşsek, gerçekten organize olup BAKIN BİZ YARDIM EDİYORUZ. DUYARLIYIZ! diye bağırmaktan öte yaptığımız işin hakkını versek gecikmeyiz belki de. İnsanlar ölmeden, acıkmadan, üşümeden yetişebiliriz. Cem yılmazın mukavvadan ev yapma muhabbeti gibi,  "gel ki burda yapılmışı var!" diye çıkarıp verebilsek keşke. Hazırlıklı olsak burnumuzun dibindeki olası felaketlere.
Önlem alıyoruz, "sigortalıyoruz"  denildiğinde "Hani nerde?" diye sorma gereği duymasak artık!! Her şey yerli yerinde olsa ve sorgulamasak biz de...

Ama nerde...
Burası Türkiye!
Kuzey yarım kürede, Avrupa ve Asya kıtaları arasında, 3 tarafı denizler 4 tarafı hüzünlerle kaplı kaygan zeminli bir ülke. Üstelik hiç bir uyarı levhası da yok üstünde.

Çok konuşan, çok yürüyen, çok ölen... sorunlarına temelli çözümler getiremeyen, günü kurtarmada birinci bir milletiz biz... verdiği canları misliyle almaya çalışan türdeniz. Bu seferki zararımızı da aile planlamasıyla kaptırız heralde.
Bundan sonra 4 çocuk yapın derler. Binalarımız çürük ama siz 4 çocuk yapın, onların başlarına bişey gelirse biz yapılan yardımları ithal mal olaraktan mağzalarda satarız, biraz üşürler ama olsun siz yine de 4 çocuk yapın. Canını dişine takıp okutursun okutamazsan en olmadı 20 sinde asker yaparız dağa bayıra yollarız. Vurulursa şehit olur ama olsun... vatan sağolsun. Bak bir oğlun daha var ne güzel işte...boşuna demedik size 4 çocuk yapın diye!

Herneyse.
Bir dakika sonra dünyanın başına yıklma ihtimali yok değil. Gel ki burda yıkılmışı var.
Günlük üzüntülerinin, kırgınlıklarının, kızgınlıklarının ve telaşlarının bir dakika sonra anlamsızlaşıcağını düşün bir an!
E bana bakma daha artık...yapılacak çok iş var, sen de en doğru şekilde tut birinin ucundan.